Kışı sevmem hiç,
çünkü üşümeyi sevmem. Ama esas beni kıştan en soğutan şey günlerin kısa olması,
havanın erkenden kararmasıdır. Gün ışığını az almak, güneşsizlik kış aylarını
gün sayarak geçirmemin sebebidir. Sahlep ve sıcak şarap, ilk kar yağışındaki
güzel görüntüler, kışın sinemada nisbi daha güzel filmlerin oynaması belki
biraz çekilebilir kılar kışı, ama kurtarmaz yine de. Benim için en güzeli bahar
ve yazdır. Şimdiden yazın gideceğim yerleri hayal ederek yaz için geri sayım
yapıyorum : geçtiğimiz yaz gidip çok sevdiğim Selimiye ve Urla.
Bugünün yazısı
Selimiye için olsun. Selimiye’de ilk kez geçen Temmuz’da kaldım ve bayıldım.
Yaz tatillerinin vazgeçilmezi olacak bundan sonra. Sakin, deniz çok güzel, her
daim çarşaf gibi, dalgasız,son derece davetkar. Gürültü yok, güzel yemek için
pek çok alternatif var.
Selimiye’de o
devasa tatil köylerinden yok doğal olarak, küçük ve çok sevimli bir yer
Selimiye , küçük oteller ve pansiyonlar var. Balık lokantaları, kafeler , hepsi
sakin, gürültüsüz yerler.
Denizin etrafı
tepelerle çevrili, uçsuz bucaksız bir deniz değil, tam sevdiğim gibi...
Kaldığımız otelin
çok yakınında, denizin hemen kenarında evi olan Selimiye köyünün en eski
sakinlerinden, doğduğundan beri Selimiye cennetinde yaşamış, dünya tatlısı
Durali Amca. Elinde radyosu, müziğini dinleyerek denizi seyreder, selamsız
sabahsız geçilmez Durali Amca’nın yanından, kahveye davet eder. Davetine icabet etmemek
mümkün mü, yeryüzü cennetinde yaşayan Durali Amca’nın kahvesini içer, tatlı
sohbetini dinler, yürüyüşümüze öyle devam ederiz.
Selimiye’ye
gidecek olursanız size gönül rahatlığıyla tavsiye edeceğim otel : Losta Sahil
Evi. 6 odalı, çok sevimli, özenli, denizin dibi, masal gibi bir yer.
Odadan çıkar
çıkmaz bir kaç adım sonrası denize girilebilen, sakin, çok dinlendirici bir yer
Losta. Bütün yaz tatillerimi orada geçirebilirim. Eğer beklenti güzel
deniz,dinlenme , güzel yemekse Selimiye ve Losta Sahil Evi bunun için ideal. Yemek yemek
ve denize girmek için yakıcı güneşin altında uzun uzun yürümek durumunda
kaldığımız devasa tatil köylerinden sonra , odamızın hemen önünde kahvaltı
edebilmek, birkaç adım atıp denize girebilmek çok güzel.
Uzun lafın kısası , bu soğuk kış günlerinde benim gibi şimdiden yaz tatili hayali kuranlar varsa : Selimiye gönül rahatlığıyla tavsiye edilir.
Son zamanlarda tiyatrodan yana
çok şanslıyım. Çok sık gidemesem de yazın gittiğim , çok beğendiğim, burada da
bahsettiğim Genco Erkal’ın Bursa Cezaevinden Mektuplar oyunundan sonra, geçtiğimiz
günlerde beni yine çok etkileyen bir oyun izledim : Garaj. Craft Tiyatro’dan,
yönetmenliğini İpek Bilgin üstlenmiş. Oynayanlar: Enis Arıkan ve Güven Murat
Akpınar .
Oyunun tanıtımında kullanılan
"1’ini sevdiğin zaman şehrin nüfusu 1’e iner” cümlesinden
etkilenerek gittiğimiz oyun beklentimizin çok üstünde başarılı çıktı. Malum,
elimizin altında her saniye internet olduğu için artık tüm oyunlara ,
gösterilere üzerine yapılmış tüm yorumları okuyarak gittiğimiz için artık kolay
kolay şaşırmıyoruz ya da etkilenmiyoruz çoğu gösteriden. Bazen o kadar çok
şişiriliyor ki ba(ğ)zı şeyler , beklentiler fazlasıyla yükseliyor ve
beğenemiyoruz. Garaj’a nasıl olduysa hiçbirşey bilmeden , okumadan,
araştırmadan gittik. İyi ki öyle yapmışız.
Bazen çok güldüren , bazen biraz
hüzünlü bir oyun Garaj. Feleğin çemberinden geçmiş trans Orkide ve hayatta anneannesinden başka
kimsesi olmayan, fotoğrafçılık eğitimi alan , çekingen, mahçup genç bir
üniversite öğrencisi Kahraman’ın yılbaşı gecesi karşılaştıkları garaj köşesinde
geçirdikleri zamanın hikayesi.
Enis Arıkan ve Güven Murat
Akpınar oyunculuklarıyla bizi kendilerine hayran ettiler. İkisi de ayrı
ayrı ve bazen aynı anda öyle bir döktürüyorlardı ki hangisine bakacağımı
şaşırıyordum. Duvarları gri, graffitili , köhne garaja ışıltılı pembe cep
telefonuyla konuşan trans Orkide’nin girmesiyle başlıyor oyun. Telefonda
‘kocam’ diye hitap ettiği, evli ve çocuklu sevgilisini beklerken,
üniversitede fotoğrafçılık okuyan, anne-babasını trafik kazasında kaybetmiş,
adını hiç andırmayan ürkekliğiyle garajın aynı köşesine geliyor Kahraman. O
ürkek, mahçup halinden beklenmeyecek bir cüretkarlıkla Orkide’nin resimlerini
çekmeye başlıyor birden. Ve oyun başlıyor.
Çok farklı iki karakter , iki
farklı dünya bir saatliğine de olsa yılbaşı gecesi bir garaj köşesinde bir
araya geliyor. Yalnızlığı paylaşmak söz konusu olunca farklılıklar arasındaki
uçurum kapanıyor, kendiliğinden , samimi bir diyalog doğuyor. Kahraman’ın,
Orkide’nin resimlerini çekerek başlattığı hikaye baştan sona temposu hiç
düşmeden devam ediyor. Bitiminde ayakta alkışlamalara doyamadığımız oyunculuklarını ağzımız açık takdir ediyoruz.
Ben çok beğendim oyunu ve
oyuncuların olağanüstü performansını. Bazen trans Orkide’yi canlandıran Arıkan’ın ellerinin sürekli saçlarına gitmesine takıldım, ancak düşünüyorum da transseksüeller için saçın önemi çok anlaşılır, zira saçları zorla kazıtılan ,
jiletlenen translarda haliyle bir yara bu. Orkide’yi insanın ağzını açık
bırakacak kadar başarılı canlandıran Enis Arıkan da vaktiyle Taksim’de evine
konuk olduğu bir transın durup durup saçlarını gösterip, “Kendi saçlarım”
demesini unutamamış ve oyuna da taşımış bu sürekli saçla temas halini.
Mutlaka gidin, izleyin derim. Kendiniz için çok iyi bir şey yapmış
olursunuz. Kapanıştaki Athena parçası da
bugünün parçası olsun.
Yılbaşı gecesi belki o kadar
da güzel bir gece değildir… Çok mutlu görünen iki kişi, belki o kadar da mutlu
değildir… İstanbul'da bir garaj… İki yabancı… Orkide ve Kahraman… Saatler
saniye gibi geçiyor, hepimiz daha da yalnızlaşıyoruz… Ama en azından yılbaşı
gecesi herkesin biraz mutlu olmaya hakkı var…
Uzun zamandır - daha
doğrusu kemoterapiler bittiğinden beri – kanser illetiyle bir daha uğraşmamak
için kendimi nasıl daha sağlıklı kılabileceğimi araştırıyorum. Aslında hep
bildiğimiz şeyler, sağlıklı – dengeli beslenme , kanserojenlerden uzak durmak,
spor, ve daha pek çok şey. Gerçi gen mutasyonu söz konusuysa sağlıklı yaşamak
için gösterilen özene ve dikkate ragmen kanserin gelmesi mümkün. Yine de
tedbiri elden bırakmamak adına ve herşeyden önce mutluluğun birinci koşulu
olarak sağlıklı olmak için sürekli okuyorum ve araştırıyorum artık. Bu arada
öğrendiklerimden beni en çok cezbeden ve hayatıma çok katkısı olacağına
inandığım transformal nefesten bahsedeyim size.
Transformal Nefes, oksijenin vücutta kesintisiz dolaşımını
sağlayan çok etkili bir nefes tekniği. Hepimiz sürekli nefes alıyoruz tabi ve nefes
almanın öğrenilecek bir şey olması fikri absürd gelebiliyor. Ancak çok azımız
gerçekten derin nefes alıyoruz. Aslında bebekliğimizde derin ve doğru nefes
alırken yaklaşık 3-4 yaşlarında çeşitli sebeplerle arada nefesimizi tutmaya
başlıyoruz , her türlü uyarıda – aman düşersin , ay dikkat elin
yanar, yaklaşma ocağa- gibi. Ve çocukluğumuzdan itibaren, bebekken sahip
olduğumuz derin, bağlantılı nefes alma kabiliyetimizi kaybediyoruz. Evet,hepimiz
nefes alıyoruz tabi. Ancak gerçek şu ki insanların %90'ı, nefes alma
kapasitelerinin sadece %30'unu kullanıyor. Kısıtlı nefes alışkanlığı hücre
sağlığı için gerekli oksijenin vücuda alınımını ve dolaşımını engelliyor.
Nefes açılıp dengelendiğinde artan oksijen miktarıyla birlikte
bağışıklık sistemi de yenileniyor ve güçleniyor. Doğru nefesle alınan yeterli
oksijen daha fazla enerji, daha sağlıklı eklemler, daha sağlıklı hücreler ve
tüm bunların sonucunda daha sağlıklı bir beden-zihin-ruh hali yaratıyor..
Nefesle ilgili tüm bu bilgileri ve daha çoğunu sevgili Duygu’dan öğrendim.( www.studyoprana.com
) . Kasım ortasında ablamla birlikte Duygu’nun büyük bir özenle ve heyecanla
hazırlandığı iki gün süren seminerine gittik. Kendim için yaptığım en güzel
hareketlerden biridir.
Dr. Judith Kravitz tarafından geliştirilen (başka bir yazıda
uzun uzun bahsedeceğim kendisinden) ve dünyada ilgiyle uygulanan nefes
tekniğini, nefes terapisti ve eğitmeni Duygu Keçecioğlu’nun hazırladığı
haftasonu seminerinde hayatıma soktum ve şimdiden faydasını görmeye başladım.
Seminerin yapıldığı otel bile içimi ısıtmaya yetti, o kadar
güzel ve özenliydi ki mekan ve sunumlar. Seminer çok etkili ve
faydalıydı; sağlık, mutluluk, bedensel ve zihinsel denge için bir çok öğrendiğim
, dolu dolu bir programdı. Cem Yılmaz’ın dalga geçtiği gibi “Evren”, Enerji” ,
“Sevgi içimizde” gibi lafların havada uçuşmadığı , anlatılan herşeyin altının
doldurulduğu harika iki gün geçirdim.
İki günlük seminer yoğun nefes seansları, meditasyonlar, yoga
dersleri, aromaterapi ile geçti. Seminerden bu yana, öncelikli olarak 100 nefes egzersizini ve
Tibet hareketlerini hergün uygulamaya başladım. Ne kadar yorgun olursam olayım,
nefes egzersizimi ve Tibet hareketlerini yapmadan tek bir gün geçirmiyorum
artık.
Madem nefes dedik, bugünkü şarkımız "Breathe" olsun o zaman. Pink Floyd kulakların pasını alsın :-)
Breathe, breathe in the air Don't be afraid to care Leave but don't leave me Look around and choose your own ground Long you live and high you fly And smiles you'll give and tears you'll cry And all you touch and all you see Is all your life will ever be
Meme kanseri
ameliyatı olduğumdan bu yana tam 1 sene geçti. Tanı konulmasıyla ameliyat
arasında sadece 5-6 gün vardı . Herşey apar topar, hızlıca oldu. Geçen sene
bugün, yani 15 Kasım 2012’de meme kanseri tanısıyla sol göğsüm alınmıştı. Kötü
bir milat olarak kişisel tarihimde yer alır. Ancak kemoterapi sebebiyle çok zor
geçen bir kıştan ve kendimi hızla toparladığım aylardan sonra bugün geldiğim
noktada diyebiliyorum ki “öldürmeyen güçlendirirmiş gerçekten “
Şanslıydım ki
koltuk altı lenflere sıçramamıştı. Yayılma hızı yüksek tümördü, tam zamanında
yakalandı. Östrojen reseptör düzeyi pozitif, progesteron reseptör düzeyi
negatif, Her-2 kuvvetli pozitif , Ki-67 pozitif şeklinde bir pataloji raporu çıkmıştı.
Kemoterapi ve sonrasında da 1 sene daha 3 haftada bir Herceptin tedavisi almamı
gerektiren bir patoloji raporuydu.
En zoru kemoterapiydi.
O dönem yaşadıklarımı burada paylaşmaya çalışmıştım. Şimdi dönüp baktığımda çok
uzun süren bir kabus gibi geliyor. Ama atlattıktan sonra yaşadığım mutluluğun
tarifi yok. Sağlıklı geçen her günüme defalarca şükrediyorum artık. Eskiden
sinirlerimi hoplatan şeylere artık takılmıyorum. Her anımı dolu dolu
geçirmeye çalışıyorum. Sevdiğim insanlara eskisinden daha da çok önem
veriyorum. Herşey eskisinden daha güzel gözüküyor gözüme. O dönemde eşimden ,
ailemden , arkadaşlarımdan ve işyerimden gördüğüm müthiş destekden dolayı
kendimi çok şanslı hissediyorum.
Ablamla aynı
dönemde meme kanseri olup, aynı dönemde kemoterapi görmüştük. Birbirimizi o
kadar iyi anlıyorduk ki...Kanser olmuş birinin neler yaşadığını ancak kanser
olmuş ve kemoterapi denen o kabusu yaşamış biri anlayabilir. Doktorlar dahi kanserli hastalara
bilgilendirme amaçlı tüm detaylarına vakıf bir şekilde anlattıkları yan
etkilerin, yaşayana kendisini nasıl hissettirdiğini anlayamaz, bilemez. Eğer
kendisi yaşamadıysa tabi.
Kendisi de kanser
illetini yaşamış bir doktorun, İstanbul Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Erözenci’nin yakın zamanda yayınlanan bir
kitabı var : “Bir Türk Filmi Olarak
Kanser – Kanserle İletişim” . 1986 yılında, 30 yaşını sürerken lenf kanseri olduğunu
öğrenmiş. “Otuz yaşımda kansere
yakalandım. O güne dek benim için kanser, hastalara tanı olarak söylediğim bir
hastalıktan ibaretti. Kanser ameliyatlarına girerdim, hastaların ameliyat
sonrasında bakımını yapardım. Sonra da ilaç veya ışın tedavisi için sevk
yazardım o kadar. Hastalıkla beraber balkonun öbür tarafında nasıl bir yaşam
olduğunu gördüm. O güne dek isim olarak bildiğim kimi ilaçların yan etkilerinin
kişiyi nasıl insanlıktan çıkardığını yaşadım."
Ahmet Erözenci
henüz mesleğinin başında , genç bir doktorken lenf kanserine yakalanmış. 32
yıllık hekimlik hayatında tedavi ettiği yüzlerce kanser hastası ile arasındaki
iletişimden yola çıkarak yazdığı, kanser hastalarına yönelik bu kitap , iletişimin
kanseri yenmedeki payının ne kadar önemli olduğunu anlatıyor . Kanser hastalarını ve yakınlarını
bilgilendirmeyi hedefleyen bu kitabın, kanser hastalarını anlayabilecek birinin
kaleminden çıkmış olması önemli. Ablası ve abisini kanserden kaybeden Erözenci,
kendisi de zamanında kansere karşı mücadele verdiği için, kanseri her açıdan bilen, yaşamış biri.
İlk tanı konduğu an hissedilenlerle ilgili yazdıkları tam
da doktorum bana biyopsi sonucunu söylediğinde hissettiklerimi özetliyor: Tanı
konduğu an itibariyle kişi “hasta” statüsündedir, diğer insanlardan farklıdır.
Üstelik konan tanı da grip gibi neredeyse ağızlara sakız olmuş bir hastalık
değil, kanserdir. O güne dek elde etmek, korumak, edinmek için hiçbir çaba
göstermediği , varlığını her zaman demirbaş olarak gördüğü ve yakalandığı ufak
tefek hastalıklar sonrasında kolaylıkla eski konumuna gelen sağlığı bu sefer
ciddi bir tehdit altındadır. Geri kazanmasının kolay olmayacağı bir yana,
kazanıp kazanmayacağını bile bilmemektedir.
Aradan geçen tam bir seneden sonra, bugün kendimi çok
şanslı hissediyorum, o günleri geride bıraktığım için. Yaşadıklarımı paylaşmak için
yazmaya başladığım bu blogda artık kanserden başka konular hakkında da
yazabildiğim için çok mutluyum.
Bugünün şarkısı “Slow me down” ...Aşağıdaki linke
tıklayın ve dinleyin. “You slow me down - beni yavaşlatıyorsun ” şeklindeki nakaratla
ben de kansere şöyle sesleniyorum : Beni yavaşlattın bir dönem , evet, ama
pistin dışına itemedin. Hatta güçlendirdin beni. Sağol. Ama mümkünse bir daha
görüşmeyelim :-)
Evlerin içine bile müdahele etmeye kalkıyorlar artık. "Yok artık" diyeceğimiz birşey kalmayacak galiba yakında. Gerçekten bu kadarını hakettik mi milletçe ? "Her Millet Layık Olduğu Şekilde Yönetilir". Doğru galiba. Atam , sen bize fazlaymışsın.
Dünyanın En Tuhaf Mahluku Akrep gibisin kardeşim, korkak bir karanlık içindesin akrep gibi. Serçe gibisin kardeşim, serçenin telaşı içindesin. Midye gibisin kardeşim, midye gibi kapalı, rahat. Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim. Bir değil, beş değil, yüz milyonlarlasın maalesef. Koyun gibisin kardeşim, gocuklu celep kaldırınca sopasını sürüye katılıverirsin hemen ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye. Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani, hani şu derya içre olup deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf. Ve bu dünyada, bu zulüm senin sayende. Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak kabahat senin, - demeğe de dilim varmıyor ama - kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!
Şimdiki
çocukların bir bölümü çok şanslı. Hangileri mi ? “Ağaç Yaşken Eğilir”
şeklindeki bilindik atasözüne göre yetiştirilmeyen , kendi görüşlerini, ilgi
alanlarını geliştirmeye izin verilen çocuklar. Benim çocukluğumu yaşadığım
yıllarda büyüklerin, her türlü otoritenin sözünü kayıtsız , şartsız dinlemek en
geçerli davranış biçimiydi. Başka türlü davranışlar yadırganırdı, çıkıntılık
olarak değerlendirildi. Vali ya da bilmemne bakanı geçecek diye saatlerce
soğuktan donarak yol kenarında bekletilen çocuklardık biz. Farklı bir fikir ya
da davranış geliştirdiğimizde değil, sadece biat ettiğimizde “Aferin” alırdık.
Toplumun çoğuna hakim biat kültürü nereden kaynaklı diye merak etmeye gerek var
mı ?
Bu hafta Ali Efe
yeni bir anaokuluna başladı. Başka bir anaokuluna gidiyordu , tekrar yeni bir okula alışma
sürecine girmenin bütün sancılarını göze alıp başka bir anaokuluna geçtik – ki
hep aynı yerlerde çalışan , aynı yerlere giden , aynı insanlarla iş yapan bir
insan olarak daha sene başında okul değişimi bizim için radikal bir hareket
oldu. Ama yeni anaokulu her açıdan içime sindi ve Ali Efe’yi ilk götürdüğüm gün girişte gözüme çarpan şu yazı bana doğru yerdeyim dedirtti :
"Ağaçlar yaşken eğilmeyecek , tam tersine dallarını ister güneşe, ister bulutlara, ister yıldızlara doğru uzatarak özgürce büyüyecekler."
Bir takım güzel alışkanlıkları çocuklukta kazandırmak çok isabetli olur tabi : Kitap okuma, spor yapma, sağlıklı beslenme alışkanlığı, nezaket , ve benzeri pek çok güzel alışkanlık, tavır. Ağaç yaşken eğilsin o zaman, güzel alışkanlıklar, güzel davranışlar için. Sorgusuz, sualsiz itaat için değil ama !
Dizisine ne
zaman denk gelsem zevkle izlemiştim Behzat Ç.’yi. Ancak televizyon izlemeyi
sevmediğimden dizileri düzenli seyretmediğim için filmi yapılsa keşke diyordum.
Neyse ki Ekim 2011’de ilk film geldi : Seni Kalbime Gömdüm. Bu ilk film Emrah Serbes'in
Son Hafriyat adlı romanından esinlenilerek hazırlanmış, ‘Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi’ dizisinin
oyuncu ve yapımcı kadrosu ile çekilmişti. Vizyona girdiğinde izlemiş ve de tüm Behzat
Ç. hayranları gibi filme bayılmıştım.
Dün akşam sabırsızlıkla beklediğim 2. film Behzat Ç. Ankara Yanıyor’a gittim. Amirimi ve ekibini sansürsüz izlemek büyük zevkti. Film daha başlarda bizi Gezi atmosferine götürüp o günleri hatırlatıyor. Hoş, hatırlanacak bir şey değil, artık Gezi Ruhu ayrılmaz bir parçamız. Sineğe , börtü böceğe ilaç sıkar gibi ağaçlarını, özgürlüklerini savunmaya çalışan insanlara gaz sıkan polisleri , evlerin içine kadar atılan gaz bombalarını , copları arada fon olarak görüyoruz filmde. Böylece amirim ve ekibi Gezi’ye selam yolluyorlar. Dizi olarak devam ederken RTÜK ve benzerleri tarafından rahat bırakılmayan Behzat Ç. filmlerde kurtlarını dökebiliyor neyse ki. Gerçi onca baskıya rağmen dizi olarak da gayet cesurdu. Tavsiye ederim demek gereksiz olacak çünkü tüm sevenleri yana yakıla bekliyordur filmi ve halihazırda gitmiştir ya da tez gidecektir zaten.
Ve filmin sonundan : "Çatışıyorlar."... "Çatışmıyorlar. Direniyorlar."
Nasıl daha önce keşfetmedim diye hayıflandığım eskilerden bir rock
grubu Shocking Blue. 1967’de kurulan Hollanda’lı grubun en bilinen şarkıları
Venüs. Daha sonra farkli gruplar tarafından da çalınıp 1 numaraya birden fazla
yükselmiş kült parça. Şarkılarını cover’lamış olanları bile üne kavuşturan
grubun neredeyse tüm şarkıları güzel. Çocukluğunu 70’lerde yaşamış biri olarak
o yıllarda çekilen klipler beni çok etkiliyor. Shocking Blue şarkıları güne
güzel başlamak için süper seçim.
Grubun vokalisti Mariska Veres kansere yenilerek hayatını
kaybeden güzel insanlardan biri. Çingenelerin egzotizmine sahip güzel gözlü
Mariska’nın sesi harika. Grup 1974’de dağıldıktan sonra Mariska müzik
kariyerine solo yaparak devam etmiş. Henüz 59 yaşındayken baş belası kanser onu
hayranlarından, sevenlerinden ayırmış. Hayatında uyuşturucuya bulaşmamış, içki
ve sigara bile kullanmamış Mariska Veres. Hayatta en sevdiği şeyler: kediler,
çay ve kekmiş.
Mariska Veres’in vokaliyle benim gönlümü kazanan, bana
çocukluğumu hatırlatan Shocking Blue’dan en sevdiğim şarkı aşağıdaki linkte,
severseniz diğer güzel şarkıları :
Atatürk diyor ki : "Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma,
hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve
akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü
zorluklar karşısında, belki amaçlara tamamen eremediğimizi, fakat asla ödün
vermediğimizi, akıl ve bilimi rehber edindiğimizi onaylayacaklardır. Zaman
süratle ilerliyor, ulusların, toplumların, bireyleri mutluluk ve mutsuzluk
anlayışları değişiyor. Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler getirdiğini
iddia etmek, aklın ve bilimin gelişmesini yadsımak olur…"
Bir insan ne kadar vahşi,
acımasız, korkunç olabilir ? Madımak’ta 35 canı yakan yobazlar, bazı
insanların kötülüğünün hiçbir sınırı olmadığının örneğidir. İnsanın aklının
almayacağı bir kötülüğün simgesidir. Madımak vahşetinin üzerinden 20 yıl geçti,
yakınlarını bu katliamda kaybeden insanların acısı hiç geçmedi. Nasıl geçer ki?
Bu insanlık suçunun firari olan 5 sanığı ile ilgili kısmı, 13 Mart 2012
tarihinde zaman aşımından düşürüldü. Ama acı için zaman aşımı yok.
Madımak’ta yaşanan vahşetin
belgeselinin gösterime girdiğini duyunca , seyrederken çok dağlanır mıyım diye
biraz tereddüt ettim önce. Ama gitmek lazım, unutmamak, unutturmamak lazım.
Ayrıca bizim film sırasındaki üzüntümüzün , isyanımızın bu vahşette canlarını,
çocuklarını , yakınlarını kaybedenlerin bitmez acısı yanında ne önemi var. Ateş
sadece ama sadece düştüğü yeri yakıyor.
Menekşe'den Önce Madımak Oteli'ndeki yobaz
kundaklamasından kurtulanların ve yakınlarını Madımak'ta kaybetmiş kişilerin
tanıklıklarını gösteren bir belgesel. Pir Sultan Abdal şenlikleri kapsamında 2
Temmuz 1993’de Sivas valisinin davetlisi olarak gelen ve saatlerce kurtarılmayı
bekledikten sonra diri diri yakılan o güzel insanların trajedisini anlatıyor.
Sivas’taki katliamda ölen iki kardeş Koray Kaya (daha 12 yaşındaydı) ve Menekşe
Kaya’nın ölümlerinden 2-3 yıl sonra doğan kardeşleri Menekşe’ye tanıkların
anlattıklarını izliyoruz. Yangından kurtulanların tanıklıklarını , sevdiklerini
kaybedenlerin acılarını dinliyoruz içimiz acıyarak ve isyan ederek. Bu
belgesel aslında pek çok soruya cevap vermiyor. Oteli yakanların kimler
olduğunu, o dönemdeki iktidarı, katliam sonrası yargılamaları, katliamın
basına nasıl yansıdığını, devletin tutumunu ele almıyor. Bu katliamın
mağdurlarının acılarının ne kadar yakıcı, yıkıcı ve unutulmaz olduğunu
anlatıyor.
Menekşe , hiç görmediği abisi ve ismini aldığı ablasının fotoğrafları ve hikayeleriyle büyüyor. Belgeselde Menekşe katliamı yaşayan pek çok kişiden ablasıyla abisini kaybettiği o lanet, korkunç günü dinliyor.
Bu
katliamın suçlusu, tekbirlerle oteli yakan yobazlar ve olayı önlemeye
çalışmayanlar. Otelin oradan, evlerinden, makamlarından kıllarını
kıpırdatmadan izleyenler. Geceleri nasıl uyurlar, hatta nasıl yaşarlar … ama
zaten vicdan azabı çekecek kadar vicdanları olsa bu katliam olmazdı. Madımak
Otelinde iki kızını yitiren anne "en iyi gününüz benden kötü olsun"
diye feryat ederken ona katılmamak elde mi…
20
yıl geçti. Sivas’daki katliamın kurbanı insanların acısı hiç dinmedi. Unutmayalım , unutturmayalım ! Madımak
Oteli bir Utanç Müzesi olana kadar uğraşalım. Hiç olmazsa bunu yapalım…
TÜRKÜLER
YANMAZ !
Güneşin
ak yüzüne bir duman çöktü Bir
türkü çığlıkla ateşe düştü Kuytu
bir köşede bir çiçek küstü Döktü
yaprağını boynunu büktü
Şu
Sivas'ın elinde sazım çalınmaz Güllerim
yandı yüreğim dayanmaz Kararmış yüreğin hiç ışığı olmaz Bilmez
misin ki türküler yanmaz Günü
gelir sanma hesap sorulmaz Dayanır
kapına Pir Sultan ölmez
Şu
Sivas'ın elinde sazım çalınmaz Güllerim
yandı yüreğim dayanmaz
Çocukluğumdan beri kitap okumayı severim. Tam bir kitap kurdu sayılmam belki ama iş, çocuk ve günlük koşuşturmalarla cebelleşirken beni en çok rahatlatan şey fırsat bulduğum anlarda bir köşeye çekilip kitap okumak. Yıllarca aynı işyerinde çalıştığım, çok sevdiğim ve bu blogun oluşmasında çok katkısı olan arkadaşım Pelin sayesinde bir kitap kulübüne girdim geçtiğimiz senenin sonunda. Kulübün adı İlle de Roman Olsun. Ayda bir toplanan kitapsever İRO üyeleri bir önceki toplantıda seçilen ve tüm İRO üyeleri tarafından okunan kitabı bir moderator eşliğinde konuşup tartışıyor ve okunan kitapla ilgili düşünce ve bilgilerini kulübün internet sayfasından paylaşıyorlar.
Pelin’e minnettarım kitap kulübüne girmeme vesile olduğu için. Her toplantıda yeni birşeyler öğreniyorum. En önemlisi tanışmaktan çok mutlu olduğum insanlarla tanıştım. Ve belki de karşıma hiç çıkmayacak kitapları okudum.
Son toplantımızda okuduğumuz kitabı çok sevmedim, bir önceki toplantımızın kitabından bahsetmek isterim size. Eğer güzel bir roman okumak istiyorsanız sonbaharın bu ilk günlerinde, tavsiye edebileceğim bir roman. Margaret Mazzantini IRO sayesinde tanıdığım bir yazar, bol ödüllü romanı “Sakın Kımıldama"yı severek okudum, IRO'nun internet sayfasında yazdığım yorumları buradan sizinle de paylaşmak iserim. http://illederoman.com/
Bir kitabı sevip sevmeyeceğimi ilk sayfalarda hissederim genellikle. Ve seveceğimi hissedersem çok mutlu olurum, nadir fırsat bulduğum için çok kıymetli olan kendimle baş başa kalma anlarına güzel bir roman eşlik edecekse bu anlar daha da kıymetlenecektir. Sakın Kımıldama bu anlamda beni gayet memnun eden bir roman oldu. Margaret Mazzantini’nin roman dili gayet akıcı. Romanın baş kahramanı cerrah Timoteo , kaza geçirip ölümle burun buruna gelen kızı ameliyata alındığında ona kendi geçmişinden bir hikaye anlatmaya başlıyor. Okuyucuyu da kısa zamanda bu hikayenin içine çekiyor.
Ben severek okudum bu romanı. Çok mutlu ve dinlendirici bir tatilde, kafam işten ve her türlü günlük telaşeden uzakken okuduğum için de cerrahın hikayesine iyice kaptırdım kendimi. Arada kitabı elimden bırakıp çarşaf gibi masmavi denize bakarken de romanın baş kahramanı Italia’yı kafamda canladırmaya çalıştım hep. Güzel bir romandı bence, tavsiye edebilirim gönül rahatlığıyla.
Daha sonra yine sevgili IRO'cularla toplanıp kitaptan uyarlanarak çekilmiş filmi de seyrettik. Film yazarın eşi Sergio Castellitto tarafından çekilmiş. Filmde Italia’yı Penelope Cruz canlandırmış ve çok doğru bir seçim olmuş. Fırsat bulursanız seyredin derim.
Filmi seyrederken bir ara Leonard Cohen'den "If It Be Your Will" çaldı. Bu da benim için filmin güzel sürprizlerinden biri oldu.
Bildiğiniz gibi,
bu baharı ve yazı iple çektim. Temmuzda bu senenin ilk deniz tatiline çıktım,
Sakız Adası’na ve Selimiye’ye gittik. Daha yeni yazmaya fırsat buldum, her iki
yeri de çok sevdim, naçizane önerilerimi paylaşmak isterim. Öncelikle Sakız
Adası...
Temmuz’da iki
günlüğüne gittiğimiz Sakız Adası benim gittiğim ilk -ve şimdilik tek-
Yunan Adası. Çeşme’den Sakız’a ulaşmak çok kolay , feribotla 45-50 dakikada
varılıyor. Bir hafta uzun gelebilirdi ama 2-3 gün için kesinlikle öneririm. Biz
2 gece kaldık ve çok severek döndük. Otelimizin Kampos bölgesinde olması da
adayı daha çok sevmemizi sağladı sanırım, çünkü adanın her tarafı Kampos kadar
güzel değil. Hatta feribottan ilk inildiğinde gayet sıradan görünüyor ada , bizim
betonlaşmış ve her türlü şirinliğini yitirmiş bazı sahillerimizi andırıyor.
Ancak adanın güzel yerleri gayet sevimli ve doğru yerlere giderek Sakız Adasını
çok sevmek mümkün. Günübirlik gidip dönecek olursanız pek aklınızda kalacak bir
yer değil, gece kalacaksanız mutlaka Kampos bölgesinde kalmanızı öneririm.
Sakız adasındaki
bütün plajlara gidecek vaktimiz olmadı , ama tesis olmayan , şemsiyesi ,
şezlongu ve duşu bulunmayan plajlar en güzelleriydi – çok konforlu değildi
kabul ama aradığımız deniz güzelliğiyse bakir koylar en güzelleriydi . İlk gün
çok yorgun olduğumuzdan denize öğlen yemeği yediğimiz yerin yer aldığı Megas
Limnionas koyundan girdik. Oradaki deniz sıradandı, ama yediklerimizden -Agira Megas Limnionas Restaurant- gayet
memnun kaldık. Agira’nın sahibi Yorgo tam bir Türk dostu . Kalamar ,
lakerda ve ahtapotu öneririm.
İlk gün sahilde
biraz dinlendikten sonra feribottan iner inmez kiraladığımız arabayla Pirgi ve
Mesta isimli tarihi köyleri görmeye gittik. Mesta, sanırım Sakız adasının en ünlü
köyü. Labirent gibi, daracık sokakları olan bir Ortaçağ köyü. Zamanında
güvenlik için dışarıya kapalı, etrafı duvarlarla çevrili bu köyde dünyaya
kapalı bir yaşam sürmüş buranın insanları. Daracık sokaklarda gezdikten
sonra yemek ya da Frappe içmek için köy meydanı çok hoş.
Mesta
Mesta
Köyü Meydanı
Pirgi köyü ise
binalardaki geometrik desenlerle ünlü bir köy. İnsanlar çok cana yakın,
sokaklarda, kapı önlerinde oturan yaşlı kadınlar gülümsüyor , el sallıyor, her
an muhabbete hazır bir halleri var. Pek çok adada olduğu gibi Sakız adasında da
hayat yavaş, insanlar sakin.
Pirgi
Köyü – tipik desenli evleri
Pirgi’de
bir sokak
Sakız adasındaki
ikinci günümüzü denizde geçirdik. Önce Mavra Volia isimli plaja gittik.
Burası volkanik plaj, siyah taslardan olusuyor. Denizi çok güzel ve o
siyah taşlar insanı sakinleştiriyor. Buranın denizini o kadar çok sevdim ki hiç
çıkmak istemedim. Plaj iptidai, şezlong, şemsiye gibi şeyler yok, sadece duş
var , ancak o güzel deniz için taşların üzerinde yatmaya değer. Ve de zaten
sanırım o taşların rahatlatıcı bir etkisi de var.
Öğleden sonra ise
adanın en güney ucundaki Vroulidia plajına gittik. Bu plaja yüksek bir
yerden merdivenlerle iniliyor. Yakınında herhangi bir tesis yok, tam
mahrumiyet bölgesi , ancak deniz muazzam. Giderken
su, içecek ve yiyecek stoklu gidilmesi isabet olur. Denizi turkuaz rengi,
parmak uçları buruşuncaya kadar içinden çıkmak istenilmeyecek türden bir deniz.
Pırı pırıl...
Vroulidia
plajı
Sakız adasına gidecek olursanız kaldığımız
oteli gönül rahatlığıyla öneririm. Mouzaliko Otel, Kampos bölgesinde, güzel ve
huzurlu bir avlusu olan, 7 dönüm narenciye bahçesi içinde çok sevimli bir otel.
Sessiz, sakin, temiz, kahvaltısı harika. Otelin sahipleri Kanadalı Suzie
ve Sakızlı eşi Dimitris. Yıllar önce
Montreal’de tanışmışlar. Adaya yerleşip bu oteli açmışlar. Sadece 8 odası var ,
bina 200 senelik. Kampos bölgesi adanın en güzel yerlerinden sanırım, tabi 2
günde adanın her yerini görmedim, ama otelimizin olduğu yer çok huzurlu ve çok
sevimliydi. Taş duvarlarla çevrili, kocaman narenciye bahçeleri içinde, aile
yadigarı taş konaklar. Bu konakların arasında 300-400 yıllık olanlar bile var.
Arazilerinde limon, portakal, mandalina ağaçları ve bu ağaçları sulamak için
konakların bahçelerinde kuyular. İnsanın içini huzurla dolduran, sakin, dar,
güzel sokaklar. Mis gibi kokan çiçekli sarmaşıklarla bezenmiş kapılar.
Ama en güzeli o içinde kimbilir kaç nesil ailelerin yaşadığı güzelim taş
konaklar ve avluları. Konaklar ve narenciye bahçeleri taştan yapılmış yüksek
duvarlarla çevrili, duvarların yüksekliği limon ağaçlarını rüzgardan korumak
için.
Sakız adasındaki
son gecenin akşamında Pomero Restaurant’ a gittik. Adaya gidenlere en hararetle
önereceğim restaurant budur. Kampos bölgesinde, yüksekte bir noktada, manzarası
çok güzel. Yemekler ve servis özenli. Biz adada iki gün boyunca sürekli ahtapot
ve kalamar yedik. Pomero’da ikisi de çok güzeldi. Ben sevdim Sakız Adasını. En
çok insanların sıcaklığını, adada gittiğimiz plajları ve yediğimiz yemekleri
sevdim.
Her sene yeni bir
ada görmeyi diliyorum. Bir sonraki yazıda
sizi Marmaris Selimiye’ye götüreceğim J
Çok uzun zamandır
yazamadım, tatile çıkmıştım ve dönüşte gittiğim yerleri anlatacaktım burada,
tavsiyelerimle beraber. Ancak Temmuz ikinci hafta çıktığım tatil çok güzel
geçmekle birlikte beni tam da ameliyat olduğum yerden ısıran bir böcek , sinek,
örümcek, her ne ise, son iki haftadır canımdan bezdirdi. Tatilden dönerken
protez takılan sol göğüste bir sızı başladı. İstanbul’a vardığımızda ağrının
artması üzerine orada bir böcek ısırığı olduğunu farkettik. Hemen protezi takan
cerrahı arayıp, durumu anlatıp onun yönlendirmesiyle antibiyotiğe başladım.
Ancak o gece boyunca ateşlenip ağrıdan duramaz hale gelince Pazar sabahı apar
topar acile gittik. Ameliyat yeri iyice şişmiş ve kıpkırmızı olmuştu, acısından
yürüyemez hale gelmiştim. Kolumda katater, 1 hafta boyunca evde günde beş kez
damardan antibiyotik alarak, enfeksiyon ve ateşle savaşarak yattım. Doktor
enfeksiyonu antibiyotikle yenemezsek ameliyatla protezi alıp 3 ay sonra
yenisini takacağız dedi. Dehşete düştüm, kış boyu yaşadıklarımdan sonra iki
ameliyat fikri beni ziyadesiyle gerginliğe sevketti.
Neyse ki
enfeksiyon büyük oranda geriledi, drenajla bayağı bir cerahat boşaltıldı ancak
ödem geçmedi. Yine de çok daha iyiyim, en azından işe geliyorum ve damardan
antibiyotikten kurtuldum. Hatta ayağa kalkar kalkmaz konsere bile gittim.
Emirgan Sakıp Sabancı müzesinde Ramazanda Caz konserleri kapsamında olağanüstü,
hatta insan üstü davulcu Omar Hakim konserine giderek dünya gözüyle inanılmaz
davul çalışını canlı izledim . Son projesi ‘The Trio of OZ’ ile çıktı sahneye.Sakıp Sabancı müzesinin bahçesi küçük, kalabalık
olmayan konserler için muhteşem bir ortam. Boğaz, çimenler, hafif bir esinti,
çimenlerin üzerinde yayılıp konseri dinleyenler...Daha önce orada konser düzenlendi
mi bilmiyorum. Ama yazın gerçekten çok güzel oluyor.
Omar Hakim bir
davul dehası. Dinlerken sürekli “ama bu gerçek olamaz ki” diyerek inanamadığım,
yeteneğine ağzımın açık kaldığı bir deha. Daha önce Youtube’da izleyip hayran
olmuştum ama canlı izlemek harikaydı. Davul çalarken elleri, ayakları büyük bir
ahenkle koşuyor, yetenekten bile öte birşey, şaşkınlıkla izledim. Bilmiyorum
daha iyisi var mıdır, ama yaşayan en büyük davulcu derlerse hiç şaşmam. Ayakta
alkışlamalara doyulmayacak bir davulcu. Dünya ahiret idolümdür bundan sonra :).Konserde Omar Hakim’e piyano ile eşlik eden cazın en yetenekli kadın
piyanistlerinden Rachel Z ve kontrbas virtüözü Solomon Dorsey de muhteşemdi.
Tekrar İstanbul’da konser verecek olurlarsa sakın ama sakın kaçırmayın derim
...
Miles Davis,
David Bowie, Madonna, Celine Dion, Michael Jackson, Sting gibi dünyaca ünlü
yıldızlarla çalışan Omar Hakim 1959’da New York’ta müzisyen bir ailede doğmuş.Trombon
sanatçısı babasının da etkisiyle 5 yaşında davul çalarak müziğe başlamış. Hakim’in
Daft Punk’ın yeni albümü ‘Random Access Memories’de yer alan ‘Giorgio by
Moroder’ isimli şarkı için davul çalışını ekte verdiğim linkten dinleyin,
şarkının özellikle 5. dakikasından sonra Omar Hakim’in davul eşliği inanılmaz
güzel. Benim gibi bir davul delisinin defalarca başa sarıp dinleyeceği türden.
Ramazanda Caz
konserleri bu akşam Önder Focan ‘Swing A la Turc’ ile sona erecek. Ve ben ona
da gidiyorum :). Detaylarını anlatırım.
Omar Hakim İstanbul’a bir daha ne zaman gelir bilinmez ama Önder Focan’ı Galata
Kuledibi Sokak’ta Nardis Caz kulübünde dinleyebilirsiniz.
Gözümüzün içine bakarak yalan söyleyen, kin kusan, haklı ve makul isteklerini duyurmak için sokaklara dökülen halkın üzerine gaz bombaları boca eden, revirlere bile gaz sıkan insanlarca yönetilen bir ülkede yaşıyoruz. Bu vahşet polis eliyle gerçekleşiyor olsa da bunu yapan iktidar. Son günlerde en çok yaşadığım his tiksinti ve nefret. Bir yandan da umut, çünkü toplum mühendisliğine soyunan korkunç bir kibire karşı ilk kez bu kadar sesimizi yükseltiyoruz. Günlerce gezi parkında yatan o insanlar hepimiz için umut oldu. Tarihe geçecek dimdik duruşlarına hayran oldum. O kadar özlemişim ki meğer birilerine, bir şeylere hayran olmayı…Ama direnişçilere duyduğum hayranlığı mutlulukla, coşkuyla yaşayamadım , üzülerek ve dehşetle tanık oldum bu güzel , medeni direnişin insanlığa sığmayacak, akıl almayacak bir vahşetle bastırılmaya calışılmasına.
Hayranlık demişken, bu kadar yürek yorgunluğu arasında, dev bir sanatçıya içim yaşama sevinciyle dolup taşaraksonsuz bir hayranlık duydum. Geçtiğimiz cumartesi akşamı Genco Erkal’ın, Nazım Hikmet’in ölümünün 50’nci yıl dönümü için uyarladığı ve yönettiği müzikli oyun ‘Yaşamaya Dair–Bursa Cezaevi’nden Mektuplar’ı izlemek üzere Eminönü’ne gittik. 23 yıldır perde açtığı Muammer Karaca Tiyatrosu’ndan çıkarıldığı için aylardır gezici olarak eser sahneleyen Dostlar Tiyatrosu, bu yaz Genco Erkal’ın dedesinden kalma Eminönü’ndeki tarihi Ali Paşa Hanın avlusunda …
Muammer Karaca Tiyatrosu, geçtiğimiz Kasım’da Beyoğlu Belediyesi’nce kapatıldı ve 43 yıllık bir maziye sahip Dostlar Tiyatrosu kapı dışarı edildi. Ses Tiyatrosu’ndan sonra İstanbul’un en eski ikinci tiyatro salonu olan Muammer Karaca Tiyatrosu sanat düşmanı malum kişilerce binanın statik açıdan olumsuzluklar taşıdığı gerekçesiyle tahliye ettirildi. Genco Erkal tiyatronun tahliye edileceğini 15 gün önce öğrendiklerini belirtmiş. Dostlar Tiyatrosu her sezon öncesinde olduğu gibi belediyeye Muammer Karaca Tiyatrosu’nu kullanmak için başvuruda bulunduklarında bir türlü cevap alamamış.”Kararsızdılar, ne yapacaklarını bilmiyor havasındaydılar, binayı Büyükşehir Belediyesi’ne iade ederiz gibi konuşmalar oldu… Hep bir erteleme havası vardı. Bu sene anlaşma yapmaktan kaçındılar. Demek ki niyetleri böyle bir şeymiş. Sanki alıştıra alıştıra, fazla tepki uyandırmadan burayı bir şekilde kapatma gibi bir girişim var. Tüm bu süre boyunca, boşken, yaz sezonunda, bu bina düzeltilip tamir edilebilir ve yeni sezona yetiştirilebilinirdi oysa.” diyor değerli tiyatrocu.
Dostlar Tiyatrosu, Mayıs ayından beri Genco Erkal’ın dedesinden kalma , 185 kişilik açık hava tiyatrosu haline gelen aile yadigârı Ali Paşa Hanın avlusunda . Ve bu tarihi handa sahnelenen ilk oyun Genco Erkal’ın Nâzım Hikmet tutkusunun son ürünü “Yaşamaya Dair-Bursa Cezaevinden Mektuplar” . Muhteşem bir müzikli gösteri. Ve bu muhteşem gösterinin mekanı Ali Paşa Han, neredeyse büyülü bir mekan, benim gibi tarihi mekan hastaları için gerçek olamayacak kadar güzel bir yer. Bu gösteri için bu handan daha güzel bir dekor olamazdı.
Genco Erkal’a sahnede Tülay Günal eşlik ediyor. Nazım Hikmet’in Bursa Cezaevi’ndeki yaşamını, eşi Piraye Hanım'a olan tutkusunu anlatan oyun, tarihi hanın büyüleyici atmosferinde izleyicilere inanılmaz başarılı bir performans sunuyor. Piyano ve viyolonsel eşliğinde sahnelenen oyunda, Fazıl Say , Zülfü Livaneli , Cem Karaca , Tarık Öcal, Edip Akbayram, Tolga Çebi, Nadir Göktürk, Timur Selçuk’un Nazım şarkıları da seslendiriliyor. Genco Erkal’ın büyüleyen performansı sayesinde oyun oynanmıyor, neredeyse yaşanıyor, Eminönü'ndeki iki katlı kagir hanın avlusunda, tepemizde yıldızlar ve martı sesleriyle yaşanıyor.75 yaşında bu nasıl bir performans ! Sen çok yaşa Genco Erkal. Senin gibi insanlar çok yaşasın.
Tülay Günal ise hem çok başarılı bir şarkıcı, hem de inanılmaz iyi bir oyuncu. Benim hayatta en gıpta ettiğim insan türü. Sanatın bir ya da birkaç dalında çok başarılı olan insanları içinde haset olmayan bir şekilde kıskanıyorum. Kötü bir kıskançlık değil ama bu, hayran oluyorum, özeniyorum, keşke diyorum, benim de böyle bir yeteneğim olsa.
Tarihi Ali Paşa Hanı rüyalarıma girecek kadar güzel ve etkileyici bir mekan. O hanın avlusunda durup saatlerce sarmaşık sarmış, revaklı üst kat kemerleri seyredebilirim. Hanın avluya açılan odalarına tek tek bakıp burada ne hayatlar yaşandı acaba diye sabahtan akşama hayal kurabilirim. Oyun başlamadan 1 saat once geldik kapıdan biletimizi almak için. Dükkan kepenkleri inmiş ıssız ve dar sokakta yürürken heyecanlanmaya başladım. Size de olur mu hiç, beni çok etkileyeceğini hissettiğim bir şeylere yaklaşırken çok heyecanlanırım. Ali Paşa Hanına yaklaşırken içim kıpır kıpır oldu. Şimdi dedim içimden, çok güzel bir şey çıkacak karşıma. Ve hanın kapısına vardığımızda hemen vuruldum bu eski püskü hana.
İki katlı hanın ortadaki avlusunun küçük köşesi sahne olmuş, büyük köşe ise anfi şeklinde tribün. Sahneyi oluşturan doğal dekora bir masa, sandalye ve bank eşlik ediyor. Başını yukarı kaldırınca güzelim üst kat revakları, ve daha da yukarı kaldırınca gökyüzü, yıldızlar.Martı sesleri. Bir yaz gecesinde 80 dakika boyunca insanı kendinden alan bir müzikli gösteri. Nazım Hikmet şiirlerinin en güzel yorumu. Harika sesiyle Tülay Günal'ın söylediği şarkılar …Muhteşem bir ışık tasarımı. Ve ne yazık ki oyunun sonuna doğru dışarıdan kulağımıza gelen ambulans sesleri. Çünkü kendini bilmez bir otoriteye direnen onurlu insanların üzerine saldırıldı yine. Haince, hunharca. Ve muhteşem sanatçıların inanılmaz güzel performansını büyüleyici bir ortamde izlerken içimize dolan o güzel duygular yerini öfkeye, acıya ve üzüntüye bıraktı.Oyun bitti , Genco Erkal ve Tülay Günal’ı ayakta alkışladık, bize bu kadar güzel birşey yaşattıkları için büyük bir minnet duyarak. “Her yer Taksim, Her yer Direniş” pankartlarımızı açtık karşılıklı. İçimiz kıpır kıpır çıktık oradan. Taksim’e giden yollar kapanmıştı yine. Arabamızda duran bayraklarımızı ve “Diren Gezi” pankartımızı açarak eve doğru yola koyulduk.
Eve dönene kadar ağzımızı bıçak açmadı. İçimizde kocaman bir öfke, boğazımızda bir yumru, ama aynı zamanda direnen onurlu insanların varlığıyla şenlenen çalkantılı bir ruh haliyle bitti gecemiz. İçinde Genco Erkal gibi, korkusuzca gaz dumanı altındaki meydanlarda onurunu savunan direnişçiler gibi, otelini yaralananlara sonuna kadar açan o güzel aile gibi insanlarla dolu bir ülke diledim bütün gece.